Salı, Ağustos 26

ÜŞÜR ÖLÜM BİLE..



12  Eylül'den tam bir yıl sonra..



Behzat Firik..10 Ekim 1981'de ağaca bağlanarak öldürülen 18 yaşında ki genç..Behzat'ın ölümü bana hep Sabahattin Ali'yi çağrıştırır..Ne zaman üşür ölüm bile türküsünü dinlesem gözlerim dolar..









Ekber Firik....Behzat Firik'in abisi..Kardeşinin işkence içerisinde öldürülüşünü izlemiş..Hayatını şekillendiren bu acı olayı aşağılarda daha ayrıntılı yazılarla belirttim.




Firik dede..Baba..



"bu fâni dünyadır güvenme boşa, 
ister elli yaşa ister yüz yaşa, 
gerek vezir olsun gerekse paşa, 
öyle de götürür şerri dünyanın..."

dizeleriyle seslenmiş..oğlunun gözlerinin önünde öldürülmesinden sonra sakallarını hiç kesmedi fırik dede..ölene kadar hiç yıkanmadı ve kimse onu yıkayamadı..

o hep "oğlum cayır cayır yanarken yağmayan yağmura ve kar'adır bütün isyanım, oğlumun yanışını izleyen gökyüzünün şimşekler çaktırıp onu söndürememesinedir kızgınlığım, yağmur neden yağmadı, kar neden yağmadı" diyerek suya asla girmedi ölene kadar..

Gözyaşları sel olur firik dedenin sözlerine kulak verirken..Hüseyin Ayrılmaz şöyle kaleme almış Firik dedenin hayatını..

1909’da Qeredereşi’de doğdu. Küçük yaşta babasıyla birlikte Tunceli’yi diyar diyar dolaştı, sazıyla coştu, sözde ise ustalaştı. Kendi deyimiyle bu meşakkatli yolun ilk desturunu çok sevdiği babasından almıştı. O, Kırmanc cemaatleri içinde pişti ve “ocak” kültürünün deryalarından beslendi, o yaşta İnsan-ı Kamil sırrına erdi. Baba oğul bir gün olsun Qeredereşi’de durmadılar. Çünkü Tunceli’nin başında dolanan kara bulutları görmüşlerdi, yavaş yavaş Tunceli’in birliği bozuluyordu. Öyle ki ikrar bile ikrarını tanımıyordu. Bu durumun farkında olan baba oğul Tunceli’in başında dolanan büyük felakete karşı aşiretlerin birliği için dört bir yana fikir taşıdılar…

Baba oğulun özellikle Hozat ve Ovacık aşiretleri arasında saygınlıkları tartışılmazdı. Öyle ki toplumsal adaletin terazisinde onlar, toplumun ortak vicdanı olmuşlardı. En amansız aşiret kavgalarında onlar hep hakkaniyeti söylediler ve doğrudan yana oldular. İşte bu sebepledir ki baba oğul, bu toplum nezdinde tartışmasız olarak haklı bir saygınlık kazanmışlardı… Evet, isterseniz, Pulur’un bu İnsan-ı Kamil’i hakkında birkaç olay paylaşalım. Fırik Dede, 1926 yılında babasıyla birlikte Erzincan’da taliplerine gider ve Beyler Köyü’nde cem tutarlar. Bir ihbar sonucu güvenlik kuvvetlerince bulundukları ev basılır. Baba oğul gözaltına alınır. Bu duruma talipleri çok üzülür “biz çağırdık ve elimizle teslim ettik “ diye çalmadık kapı bırakmazlar. Derken Sağır oğlu Mustafa Bey’den yardım isterler. Onun kefil olması sonucunda bir daha cem ayini tutmamak kaydıyla bir ay süren tutukluluğun ardından ikisi de serbest bırakılır. Baba oğul Tunceli’ye geri gelir. Fakat konulan yasağı çok da ciddiye almazlar ve gizli gizli cem tutmaya devam ederler. 

1933 yılında Ovacık’ın Çexperi köyünde “Xızır Cemi” tutarlar. Ama cem yeri yine ihbar edilir. İkisi yakalanır Sırrı Yüzbaşı’ya teslim edilirler. Pirlerinin bu durumuna oldukça üzülen Kurno, İbrahim Sırrı Yüzbaşı’ya gider, sıkı bir pazarlığa oturur. Bu pazarlığın sonucunda on beş kilo bal, bir teneke yağ, bir kısır keçi ve yirmi kilo peyniri yüzbaşıya vererek pirlerini geri alır, ama olaylar peşini bırakmaz. Sonunda Firik Dede her yerde aranır duruma düşer. 1937’de Hozat Zankirek muhtarı olan amcası Çıla’dan Firik Dede’yi teslim etmesi istenir. Çıla bu ihaneti kabul etmeyince eşi ve çocuklarıyla birlikte kurşuna dizilir. Çıla’nın başına gelenleri duyan Firik Dede Zankirek’e koşar, belki aileden birini bulurum diye, ama nafile, sadece Çıla’nın kaynını bulur. Amcasından geriye kimsenin kalmamasına çok üzülür, ağıtlar yakar, boş konakta dövünür durur ve sonra da bir köşeye yığılır kalır. Firik Dede bu haldeyken aynı gece “Palancı Qumas” (milis) Peyik karakoluna haber vererek Firik Dede’yi yakalatır. Yapılan üst aramasında Firik Dede’nin cebinden Seyit Rıza’ya ait bir mektup çıkar. Seyid Rıza ceza evindedir.) Bu mektupta yazılı olan bazı deyimleri çözemezler ve ne anlama geldiğini söylemesi için de Firik Dede’ye günlerce işkence yaparlar. En çok da kime yazıldığını merak ederler, ama o inkar eder ve kendisinin de bilmediğini söyler.

Firik Dede’nin gözaltı haberi Ovacık’a ulaşır. Bunun üzerine babası, Hozat’a gelir ve oğlunu kurtarmak ister. Derken, Baba Firik askeriyeyle ilişkileri iyi olan bazı insanları devreye koyar. Bu arada bir gelişme olur. Hozat’ta zalimliğiyle nam salmış Tacim Yüzbaşı gitmiş, yerine daha ılımlı olduğu söylenen “Şevki Yüzbaşı” gelmiştir. Şevki Yüzbaşı da bu hatırlı dostlarını kırmaz, bir süre sonra Fırik Dede’yi sürgün kafilesine dahil edilmek üzere serbest bırakır. Herkes onları Balıkesir Dursunbey’de zannederken, baba oğul kaçarak Ovacık’a dönerler ve ölüme meydan okuyarak dervişane dolaşmaya devam ederler. Mahmut Ağa bakar ki bunlar durmuyor, hem sürgünde görünmek hem burada olmak zaten ölüm kararı anlamına geliyor, bu iki bilgenin ölümüne gönlü razı olmaz. Sonra eski Pulur Köprüsü’ne epey bir uzaklıkta Munzur suyunun kenarında bunlara yer altında gizli bir mahzen yapar ve ikisini de oraya gizler. Bu mahzenin yerini de ailesi dahil kimseye söylemez . Otuz sekiz biter, ama onlar 1941 yılına kadar gizli yaşamaya devam ederler. İhanetin kol gezdiği bir ortamda kimseye görünmezler. Sonra kaçak yaşayanlarla ilgili bir emir gelir; Bu durumda olanların haklarında her hangi bir yasal işlem yapılmayacaktır diye. Onlar da bu vesile ile meydana çıkmış olurlar…

“ Başımıza geleni sorma oğul , bir karanlık dönemdi. Harami sofralarında yer kapma yarışına girdiğimiz gün zaten kaybetmiştik her şeyi. Cellada kılavuz olma halimizi evliyalarımız da kabul etmemişti. Kabul etmediği içindir ki bize “gidin ne haliniz varsa görün” demişlerdi…Bil ki oğul, bütün karanlıklar kötüdür, ömrüm boyunca şafağa secde etmem bu sebepledir. Çünkü, seherin vakti ilk ışığın habercisidir ve bil ki ışıkta leke yoktur. Bilir misin oğul, toprak evlerimizin kapısı neden hep güneşe açılır? Sence bu bir tesadüf müdür? Unutma ki Tunceli’in bütün ulu ağaçları gövdelerinde bize yer açmıştı, dağlarımızsa mazlumun sığınma eviydi. Onların kerametinden bir gün olsun şüpheye düşmedim. Ama gel gör ki her sabah kapımızın eşiğini ısıtan o yüce varlığa önce biz sırtımızı döndük, sonra da yol ve erkanı kaybettik. Unutma ki harami sofralarındaki kan lokmasını biz hazmettik, ama onlar asla hazım etmedi. Kendi gerçeğine hep sadık kaldılar kısacası. Tunceli’in tılsımını biz bozduk oğul ve bedelini de ağır ödedik, şimdi anlıyor musun neden küstüğümü?”

Fırik Dede son yarım asırda ne cem tuttu ne de taliplerini gezdi. Sanki dili lal olmuştu. Kolay değildi, onun yaşadıklarını yaşamak; çünkü otuz sekiz, yaralarına yeni yaralar eklenmişti ve bu son hesaplaşmaya da o, bir oğul ve bir de torun vermişti. Bundandır ki bir asırlık ömrünün son yıllarından hakka yürüdüğü güne kadar kimse onun güldüğüne tanık olmamıştı.



1980 askeri darbe günlerinde; ovacık'ta abisinin gözleri önünde ağaca bağlanıp, işkence yapılarak kulaksız yüzbaşı tarafından diri diri yakılan behzat fırik'in de babasıdır.. o günden beri, oğlunun acısıyla yas tutan frik dede, sakallarını bir daha kesmedi, acısı da gözyaşları da hiç dinmedi ve bir daha hiç konuşmadı..

“mücevheri yerinde satın, tenekecilere vermeyin, sarrafını bulursanız verin” diyordu bir kaydında. sözünü anlayacak sarrafa mı rastlamadı yoksa bu bir sessiz protesto muydu kendince, hala merak ederim.. 

70’lerin sonlarıydı sanırım.. fırik dede, piro newes, aydınã heşi, qeramanã mırci, rızaã berti gibi ovacık’ın o dönemki insan-ı kamilleri amcam weliağa’nın evinde toplanırlardı bazan.. önce sohbet, muhabbet, sonra saz-söz, ikram derken; uzun bir sessizliğin içinde öylece otururlardı.. 6-7 yaş hafızamdan kalan bu görüntüyü de hala merak ederim.. bu bilge adamlar niye susuyorlardı, öyle saatlerce.. bu ve benzeri yanıtlanmamış bir çok soru ve sırlarıyla hepsi çekip gittiler aramızdan..

fırik dede, dersim'in yaşayan son ve önemli bilgelerinden de biriydi.. "yüzü şemsi kamber, gözleri nur” dolu bilge dedemizin hayatını anlatan bir film yapan yönetmen buket aydın, izlenimlerini şöyle aktarıyor: “bir hızır perşembesinde köhne ama içten hazinesine konuk olmuştum. bir kat yatak, bir kuzine, bir saz ve dört duvar… ama içten.. ama sıcak.. ama huzur dolu… ve bütün dünya mallarından arınmış arı bir mekandı. evden ayrılırken aklımda tek bir düşünce vardı. değerlerini kaybedenler bir daha asla kendileri olamazlar, kendileriyle olamazlar. asla geçmişlerini bilmez ve bu günü yaşayamaz ve yarına hazır olamazlardı. ”

“ tam da dört dağ içinde terk edilmiş bir kentte bir asır yaşam… adımlar ağır ağır, bakışlar tane tane… ne acelesi var görünürde, ne de geride kalanlara söylenecek son bir sözü… belki bizim gibilerin aradığı adamdı o… belki beklediğimiz son klam onun dilinde saklı… bir sona yaklaşmaktayız hepimiz sahi kimin sonudur bu? bizim mi? yaşlı adamın mı? yoksa insan-ı kamilin mi…? “ 

buket aydın


ne yazacağımı ve cümlelerimi nasıl formüle edeceğimi sahiden bilemiyorum.. ne yazsak hep bir eksik kalacak o’na ve onlar’a dair.. onlar susarak, belki bizi korumak adına belleklerimizi de sildiler.. belki o eksik kalanlar tamamlayacak hikayemizi ya da bilemediklerimizin ızdırabını kuşanıp bizler sorularımızla aşındıracağız “sır”lı dağların ardını..

fırik dede; “gizli bir sırdır” dediği hafızasını, acısını, suskunluğunu, kesmediği sakallarını alıp giderken aramızdan; bize de ondan geriye miras olarak bir asırlık hayat, halk bilgeliği geleneğinin değerleri ve hoş bir nida olarak sazı-sözü kaldı..

fırik dede’den dinlediğimiz, virani’nin şu dörtlüğünü yine ondan dinleyerek, dindiremeyiz belki sızlayan yerlerimizi ama katlanılır kılarız hiç olmazsa; "seni sevenlerin can içinde canısın/ aşıklar katredir, sen ummanısın/ gönül bir gemidir sen dümenisin/ yelken açmak ister bu dervişlerin" 

sevgiyi din, aşkı yol eylemiş bir kavmin çocukları; bu bedbaht dünyada eteklerinde hep yolun yükünü ve kırılan dalların hüznünü taşırlar. yolun yükünü en ağır taşıyanımızı kaybettik.. birbirinin peşisıra, yitip giden, hakka yürüyen insan-ı kamillerimizin hatırası yolumuzu aydınlatan 'nur' olsun..

hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz: "ölüm ölür biz ölmeyiz."

eyüp hanoğlu
10 temmuz 2007, köln

Aytekin İçmez..Namı değer kulaksız yüzbaşı..maoist komünist partisi yani  tkp/ml tarafından öldürüen emekli albay..

30 Eylül 2009 Hürriyet gazetesi Hüseyin TÜCCAR- Erdoğan PAÇİN/BURSA, (DHA) haberine göre olay pazartesi günü, merkez Yıldırım İlçesi'ne bağlı Namazgah Mahallesi Meydan Sokak'taki 5 katlı İlkkus Apartmanı'nın en üst katındaki dairede meydana geldi. Emekli Albay Aytekin İçmez'in eşi 60 yaşındaki İsmet İçmez, kahvaltıdan sonra, İbrahimpaşa Mahallesi'nde yalnız yaşayan eşi gibi emekli Albay olan babası Mehmet Kırmızıoğlu'nu ziyarete gitti. Öğleden sonra eve dönen İsmet İçmez, evininin salonunda eşi Aytekin İçmez'in cesedini buldu.

Şoke olan İsmet İçmez, polisi aradı. Eve gelen polisler, başı masanın üzerine düşen ve çevresinde kan izleri bulunan Aytekin İçmez'in cesedi, savcının talimatıyla otopsi yapılmak üzere Adli Tıp Kurumu Morgu'na götürüldü. Yapılan inceleme sonucu Aytekin İçmez'in boğazından giren tek kurşunla vurulup öldüğü belirlendi.

Evde de silah bulamayan polis, olayın cinayet olduğunu belirleyip araştırma başlattı. Cumhuriyet Savcılığı'nca da geniş çaplı soruşturma başlatıldı.

Soruşturma devam ederken, terör örgütü MKP- HKO'nun Aytekin İçmez'i infaz ettiği iddia edildi. Bir internet sitesinde yer alan MKP- HKO'nun açıklamasında, “1981 yılında Tunceli Ovacık- Hozat sınır bölgesinde yer alan Hülükuşağı Köyü'ne bağlı Kale Deresi'nde (Deru Garedesi) yoldaşımız Behzat Firik'i yakarak katleden, bölgede ‘Kulaksız Yüzbaşı’ olarak bilinen Yüzbaşı Aytekin İçmez, HKO milisleri tarafından ‘ölüm cezasıyla’ cezalandırılmıştır” denildi.

İsmet ve Aytekin İçmez çitinin tek çocukları olan oğullarının Ankara'da turizmcilik yaptığı, emekli Albay Aytekin İçmez'in Eğirdir Dağ Komando Okulu Komutanlığı'nda görevliykenAnkara'ya tayininin çıkması üzerine 1996 yılında emekli olduğu ve daha sonra Bursa'ya yerleştiği öğrenildi.

Cinayete kurban giden Emekli Albay Aytekin İçmez'in kayınpederi emekli Albay Mehmet Kırmızıoğlu, damadının uzun süreden beri ölüm tehditleri aldığını belirterek, “Bu tehditler üzerine kendi çapında önlemler alıyordu. Bu cinayet, polis tarafından iyi irdelenmeli ve failleri bir an önce bulunmalıdır” dedi.

Emekli Albay Aytekin İçmez'in cenazesi dün Şehedat Camii'nde kılınan öğle namazından sonra Hamitler Mezarlığı'nda toprağa verildi.


Gazeteci Cengiz Kapmaz'ın bu yazısına belki denk gelmişsinizdir. Biraz daha bu acı katliamın içerisine adım attığınızı hissediyorsunuz.

12 eylül rejiminin üzerinden henüz 1 yıl geçmişti. cuntanın sıkıyönetim ilan edip hayat kararttığı şehirlerden biri de dersim'di. tarih yaprakları 10 ekim 1981'i gösterirken ovacık-hozat sınır bölgesinde yer alan hülükuşağı köyüne bağlı kale deresi ( derê garedesi) mezrası'na yüzbaşı aytekin içmez denetiminde bin kadar asker giriş yaptı.4 haneli köyde her zamanki gibi rutin hayat vardı. köylüler, kışlık yiyecek ve giyecek ihtiyaçları için son hazırlıkları yapıyordu. saat 14.00'ı vururken, alevi dedesi seyfi firik'e ait evin kapısı çalındı .evde seyfi dedenin yanısıra çocukları ekber firik ve hayvan otlatmaktan yeni gelen karadeniz öğretmen okulu 2. sınıf öğrencisi behzat firik de vardı . 

'komutanım o bilmez'

eve bir grup askerle gelen yüzbaşı aytekin içmez için çay hazırlandı. çaylar yudumlandıktan sonra yüzbaşı niyetini açıkladı: ' genç bize yol göstersin.' tam o sırada abisi ekber atıldı ve ' komutanım o yol bilmez ' dedi .yüzbaşı 'hayır gelsin, sadece yol gösterecek' deyince ,ekber firik bir kez daha, ' o okul okuyor, buraları pek bilmez, isterseniz ben geleyim' diyerek itiraz etti. yüzbaşı behzat'la birlikte evden ayrılmış ancak ekber'in yüreğine büyük bir telaş ateşi düşürmüştü. daha fazla dayanamadı ve bir askere 'neden beni değil de onu götürdüler ' diye sordu. askerin verdiği yanıt, yüreğindeki telaşın daha da alevlenmesine neden olmuştu. çünkü asker, ekber firik'e ' şu karşı taşı görüyor musun.o taşın orda bir yüzleştirme yapacaklar. eğer o taşı geçerse bir daha geri dönmez' yanıtını vermişti.

'komutanım nereye?

'henüz hayatının baharındaki behzat'ın taştan öteye götürüldüğünü gören ekber firik, daha fazla dayanamadı ve koşar adımlarla, kardeşiyle birlikte yürüyen yüzbaşıya yetişti. henüz daha 'komutanım nereye götürüyorsunuz' demeye varmadan yüzbaşı aytekin'in tok sesi, ormanlarla kaplı vadide yankılandı. yüzbaşı her iki kardeşin kablo ile birbirine bağlanmasını emretmiş, ardından da imalı bir şekilde 'ilerde öğrenirsiniz' demişti. birbirine bağlanan iki kardeş ,askerlerle birlikte yol alırken sararmış meşe yapraklarıyla kaplı ormanda yürümekte zorluk çekiyor, bu yüzden sık sık ' çabuk çabuk 'diyen askerlerin dipçik darbelerine maruz kalıyorlardı

görürsünüz şimdi.

..güneş yavaş yavaş vadinin yamaçlarına doğru inerken iki kardeş hozat sınırına yakın kale mıntıkasına yetiştirilmişti. sık meşe ağaçlarıyla çevrili alandaki sessizliği yüzbaşının tok sesi bozdu. yüzbaşı, 'burada teröristler barınıyor, yerini söyleyeceksiniz' diye bağırdı. iki kardeşten, 'bilmiyoruz' yanıtı geldi. karşılıklı ' biliyorsunuz, hayır bilmiyoruz' şeklinde devam eden diyaloglar, yüzbaşının sinirlenmesine neden olmuş.' görürsünüz şimdi ' dedikten sonra da iki kardeşin karşılıklı meşe ağaçlarına bağlanmasını emretmişti.

bir ağaca bağladı..

iki kardeş karşılıklı meşe ağacına bağlanırken askerler de soğuktan korunmak için ateş yakmışlardı. sonra ekber'in gözleri bi bezle sarıldı, bir süre sonra da vadide yankılanan kardeşinin acı çığlıkları ile kaskatı kesildi. çığlıklar sürerken ekber firik, başını meşe ağacına sürerek bezi aşağı indirdi. gördüğü manzara karşısında şok olmuştu. yüzbaşı aytekin, askerlerin sırayla ateşte kor haline getirdikleri kasaturayla behzat'ın vücudunu dağlıyor, yetmiyor gözünü yüzünü çiziyordu. bir grup asker de, yüzbaşının emri üzerine behzat'a işkence yapıp ateş korlarını vücuduna serpiştiriyordu. behzat, daha fazla dayanamamış ve kan kusmaya başlamıştı. manzara karşısında dayanamayan bir kişi daha vardı. bingöllü kürt üsteğmen hüseyin necatigiller , 'komutanım yapmayalım' demişti, ancak komutanın azarlaması üzerine susmak zorunda kalmıştı.

dirhem dirhem yaktı

ekber firik , çaresizdi.bir şeyler yapmak istiyor, ama elinden bir şey gelmiyordu. ağlamaya başlamıştı.. bunun üzerine askerler yeniden görmeyecek şekilde bezle gözlerini bağladılar. ancak yine aynı yöntemi denemiş ve gözlerindeki bezi aşağı indirmişti. bu kez gördükleri karşısında daha fazla dayanamayıp bayılıvermişti. çünkü askerler behzat'ın ayaklarını kor ateşin içine yerleştirmiş, kesif bi yanık kokusu vadiye yayılırken ayaklar dirhem dirhem topuklarına kadar yanmaya başlamıştı.

sonra ateş etti

ekber firik , kendisine geldiğinde yüzbaşının bir askere 'kafasına sık ' diye bağırdığını duydu. ancak asker, emri yerine getirmedi. bunun üzerine yüzbaşı, cansız bir şekilde yerde yatan behzat'ın kafasına arkadan bir el ateş etti. askerler, ekber firik'i sürükleye sürükleyerek evinin yanına bıraktıktan sonra bölgeden ayrıldı. ekber firik 'den olayı duyan köylüler ,olay yerine gittiklerinde hayatlarında hiç unutamayacakları bir insanlık vahşetiyle karşılaştılar.----

kime ne söyliyeyim---

-ekber firik, insanın kanını donduran işkence ve vahşet uygulamalarını aradan 15 yıl geçmesine rağmen bugün hala unutmuş değil.'benim hayatımı götürdü' dediği o günden sonra kendisi ve ailesinde meydana gelen değişiklikleri şöyle anlatıyor: 'ekonomik açıdan çok zor durumdayız ama hiçbir devlet yardımını kabul etmemeyi kararlaştırdık. böyle bir ilke kararı aldık.babam dede çoğudur, seyittir. dev gibi adam çöktü, sakal bıraktı .ölünceye kadar yasını tutacağım, sakal ve bıyığıma makas vurmayacağım yeminini etti.100 yaşına geldi, hala konuşunca ağlıyor. bize yapılanları allah'a havale ediyor. her gün bakıp ağlamaması için behzat'ın fotoğraflarını istanbul'a gönderdik. ben ise olayı anlatmak istemiyorum. çünkü o perdeye girmek istemiyorum. anlatırsam yeniden olayı yaşar gibi oluyorum. unutamıyorum, nasıl unutabilirim ki .her dakika, her saniye, gezerken, yürürken, bir iş yaparken o ses, o bağırma hala kulağımda. gitmiyor , gitmiyor, gitmiyor. aile içinde karar almışız, anlatmıyoruz. paramparça durumdayız

.bir emeviler yakıyordu

çok değerli bi insandı. çok zararsız, masumdu. ama değersiz insanlar tarafından harcandı. dünya tarihinde bir emeviler döneminde turabiler yakılarak yargılanıyordu. başka da böyle bi dönem yok. başka ne söyleyeyim. sonradan savcı ve askeri komutanlardan öğrendik ki , komşu köyünden olup bizimle rampa sorunları yaşayan zabit isimli bi şahıs behzat'ı şikayet etmiş. bu daha da bitirdi bizi.

yasa kurtardı

yüzbaşı osman hakkında erzincan dgm 'de kasten adam öldürmek suçundan dava açıldığını anlatan ekber firik, 'uzun süre dava erzincan dgm 'de takıldı. bize de böyle bir dava yok dediler. sonra canlı yayında kamer genç rahmetli turgut özal'la tartıştı. özal'ın sözü üzerine dava yeniden görüldü.5 yıl sonra mahkeme kasten adam öldürmekten yüzbaşıya ceza verdi. ancak gayri muayyen deyip cezasını ertelediler. sonradan öğrendim 12 eylülcüleri koruyan sıkıyönetim kanunu'nun 49.maddesinden yararlanmış ' diye konuşuyor.1980'de insanlık trajedisiyle sarsılan ekber firik , 1994 yılında bir kez daha sarsılmış. olaydan sonra hülükuşağı köyüne yerleşen firik , 1994 yılında askerlerin köyü boşaltın baskısı sonucu köyden ayrıldıklarını, köy boşalttıktan sonra da evlerinin ateşe verildiğini söylüyor. 

Cengiz Kapmaz




 Ben BEHZAT FIRIK


 Tabi beni cogunuz tanimazsiniz, cok aziniz beni tanir. 12 Eylul 1981’in 10 Ekim’inde,  karanligin dagilmaya yuz tuttugu bir fecir vakti, Dersim’de Ovacik’in Dere Karedesi’nde yani koyumde agabeyimle birlikte Kayseri komando tugayinca yaka paca gozaltina alindik.    Operasyon timinin basinda “Kulaksiz Yuzbasi” lakapli Aytekin Icmez vardi. Biliyorum hala beni tanimadiniz, ne demek istedigimi hala anlayamadiniz, taniyamadiniz beni. Taniyamazsiniz tabi ki.
12 Eylul’un en karanlik doneminde 1981’in 10 Ekim’inde fasizmin ordulari beni koyumden, evimden aldilar. Agabeymi de benimle birlikte aldilar. Koyumuz daglik, ormanlik bir vadinin yamacinda kurulu, dunya harikasi dogal guzellige sahipti. Ben henuz 17’sine yeni girmistim. Devrimci fikirlerle cocuklugumda tanistim.     Ozelimde Kaypakkaya Ibrahim’e, onun kurdugu Partiye gonlumu, sevdami kaptirmistim. TKP/ML’ye, onun Partizanlarina katilmayi en buyuk hayalim bilirdim. TIKKO’cu kirveler evimize geldiginde butun hayranligimla onlara bakakalirdim, peslerinden bakarak uzandiklari daglarimiza sevda besler, hayaller kurar gerilla olurdum daglarda, beni alip gotururdu kirvelerim, yoldaslarimin yanlarina, sonra ise gercege donerdim. Ama yuregimin yarisi onlarda kalmisti hep.
12 Eylul karanligini Dersim bir 38’de yasamisti, bir de simdi yasiyor. O nedenle karanlik bir donemde beni nasil, hangi vahsi iskenceyle oldurduklerini siz, evet siz, nereden bileceksiniz ki! Karanlik bir donemdi, yapilan butun katliam, iskence, zulum ve kaybetmeler karanlikta kaliyordu. Karanliga gomuluyor, unutturuluyordu, sesini duyurmak isteyenlerin ise sesleri boguluyor, ezilmek isteniyordu. Bir tek daglar fasizme karsi ses veriyor, yapilan katliam, vahset ve zulme meydan okuyordu. Yolu daglardan gecenler, fasizme karsi demokrasinin, ozgurlugun, sosyalizmin ve komunizmin sesini yutkseltiyor, onurluca direniyorlardi. Bu direnis zindanlara ulasiyor, moral ve devrimci zindan direnisiyle butunlesiyordu.
Erdal Eren’i hepiniz bilirsiniz, Erdal’da idama giderken daha 17’sinde idi. Erdal’in sesini duyurdunuz, gosterdigi onurlu direnisi sahiplendiniz ama benim gibi gozleri atesle daglanan, agaca baglanarak diri diri kardesinin, annesinin, babasinin gozleri onunde yakilan, onursuzluk gostermedigim, yoldaslarimin yerini soylemedigim icin azili fasist Kulaksiz Yuzbasi tarafindan yanip kul olan vucudum kursunlara hedef oldu. Tabi ki, duymadiniz, agrilarimi, cigliklarimi, Munzur daglari duydu. Ali Bogaz duydu, Yilan dagi duydu, Zel dagi duydu. Isyanim Amed zindanlarinda yankilandi, Metris’de alevlendi, Mamak’ta direnis turkusune donustu. Dagin direnisini size kullerimi ucurarak getirdim, duyasiniz diye. Ama yasadiklarimi hissetmediniz, sitem ediyorum. Cunku bu vahset gizli ve kapali kalmamaliydi, diyorum.
Katlederken agabeyimin yalvararak bana “Kirvelerin yerini soyle, kurtul”,  anamin, babamin ben yakilirken bin kere olduklerini, benim yerime kendilerinin yakilmasi icin Kulaksiz Yuzbasi’ya nasil yalvardiklarini kelimelerle sizlere anlatamam, mumkun de degil.
Sizce beni nicin, neden yaktilar? Fasizmin beni yakmasi, gozlerimi ateste daglamasi tesaduf degildi. Ellibinin uzerinde ordusuyla, tankiyla, topuyla, ucak ve helikopteriyle olum sacarak, teror estirerek Partimi TKP/ML’yi imha ve yok etmek istiyorlardi. Aldiklari istihbaratin direkt bana gelmesi, beni hedef almasi bilgi ve bilincli secimdi. Ben ateslerde yakilirken, kirvelerime, yoldaslarima acilarimi bal eyleyerek attigim cigliklarla selam gonderdim. Kara gozlerimle gunesin isiklarini emerek, acilarimi fasizmin karsisinda zafere tasiyordum. Opucukler, gulucukler, sevgiler ve gelecek guzel gunleri mujdeliyordum yoldaslarima, halkima.
Kulagima Partizanlarin sesi geliyordu, seni fasist kan emici katillerin elinden kurtaracagiz, diren Behzat yoldas, topluca yok edilsek de seni bu zulumden kurtaracagiz diyerek bana, ben yakilirken gozleri dolu dolu bakiyorlardi. Veysel’in, Rustem’in, Erdogan Tekin’in, Sefik ve digerlerinin beni fasizmin elinden kurtarmak icin karar beklediklerini goruyordum, seslerini, kin ve ofkelerini goruyordum. Atesler bedenimi kul ederken ben, tekrar tekrar cigliklarimla yoldaslarima ses veriyordum. Sakin ama sakin ortaya cikmayin, kendinizi koruyun, beni Partinin genel cikarlari icin feda edin, intikamimi da mutlaka ama mutlaka alin yoldaslar diyordum. Partim TKP/ML, Kor Osman’in sorumlulugunda toplanan yonetici yoldaslarim once birbirine yakin olan uc gerilla grubuyla saldiri karari aliyorlar. Butun guclerini saldiriya hazir duruma getiriyorlar, hatta hareket halinde olan gerillalar saldiri isareti beklerken, Kor Osman operasyonun amacinin Partiyi imha oldugunu, binlerce fasist kolluk gucun pusuda bekletildigini hesaba katarak yeniden durum degerlendirmesi yapar ve buyuk bir eziklikle, aci ve uzuntuyle yapilacak saldiridan vazgecildeigini aciklar. Bazen genelin, Partinin cikarlari icin bireyin kendini feda etmesi gerektigini gozleri dolu dolu yoldaslarina aciklar. Bircok yoldasi sok olur, itiraz eder, karara uymayacaklarini aciklasalarda saldirmama kararinin gerekceleri anlatilir, gerilla gruplari ikna edilirler, duygusal karar alma yerine bilincli karar almayi tercih ederler, gozyaslari icinde Behzat’i, yani beni sonsuzluga zafer sarkilariyla yolculayarak direnisim karsisinda, gosterdigim fedakarlik karsisinda zaferime selam duruyorlardi ve ben onlari sevinc gozyaslarimla ayri dustugumuz icin selamliyordum. Yasama, ulkeme, halkima, yoldaslarima ve Partime veda ederek opucukler yolluyordum. Elveda elveda geride kalanlarim diyor, arkama bakmadan sonsuzluga kucak aciyordum…
HASAN AKSU 


İşte böyle acı olaylar karşısında Ülkü Tamer almış eline kalemi kağıdı bu şiiri yazmış..Ülkü Tamer.. ikinci yeninin önemli şairlerinden..gerçi cemal süreya ikinci yenilerin çocuğu diye seslenmiştir ona..kedi sevgisi dillere destan sinemasever şair..Ben hep ülkü tamer'i kadın olarak bilirdim.ta ki sesini duyana dek..

Behzat'a yazılan bu şiirin güftesini ahmet kaya yapmıştır. 1986 yılında yayınlanmış olan An gelir albümünde de seslendirmiştir..

bir ormanda tutup onu 
bağladılar ağaca
yumdu sanki uyur gibi 
gözlerini usulca

bir soğuk yel eser 
üşür ölüm bile
anlatır akan kanı 
beyaz sesiyle

diz çöktüler karşısında 
sonra ateş ettiler
parçalanan yüreğine 
yuva kurdu mermiler

bir soğuk yel eser 
üşür ölüm bile
anlatır akan kanı 
beyaz sesiyle

gelip kondu bir güvercin 
ellerine o gece
kırmızı bir çelenk oldu 
bileğinde kelepçe

bir soğuk yel eser 
üşür ölüm bile
anlatır akan kanı 
beyaz sesiyle












Naçizane fikrim bu acı şiiri tok sesiyle en güzel yorumlayan Hasan Yükselir olmuştur..Ayrıca ilk defa bir kadın sesinden dinledim geçenlerde..aradım buldum bu güzel sesin sahibi duygu rüzgar imiş..hepsinin sesine emeklerine sağlık iki kaydı da koyacağım ikisini de dinlemeniz adına..








Cuma, Aralık 27

"Karadır Kaşların Ferman Yazdırır" türküsünün hikayesi..



Bu türküyü ayrı severim..Bir anda hiç bir neden yokken ıslıkla çalmaya başlar sonra da türküye giriş yaparım..Bazen rakıya en güzel meze olur Müzeyyen Senar'ın sesinden..Bana göre en güzel Grup yorum söyler o ayrı..."yaramı sarmaya yar kendi gelsin" derken kim hüzünlenmemiştir ki..Neyse üstüne daha fazla kelam etmeye gerek duyulmayan türkülerden..Buyrun efenim hikayesine..




Karadır kaşların ferman yazdırır,
Bu aşk beni diyar diyar gezdirir,
Lokman Hekim gelse, yaram azdırır,
Yaramı sarmaya yar kendi gelsin.

Karadır Kaşların Ferman Yazdırır türküsünün kahramanı MUSTAFA TUNA ile 14 ARALIK 2002 tarihinde SEYİTGAZİ ‘deki evinde DSP Eskişehir Milletvekili NECATİ ALBAY ile birlikte yaptığım söyleşi...Mustafa TUNA ,astım hastası..Zor nefes alıyor,arada bir yanındaki astım ilacı aletinden nefes çekiyordu. Zaman zaman konuşurken zorlandı.

-Sayın Mustafa Tuna yıl 1944...Siz Seyitgazi’lisiniz, komşu kızına tutuluyorsunuz. Ama babanız evlenmenize karşı çıkıyor. Neden?
-Kızın babası Rum'dan dönme idi Babam ‘Ben soyuma Rum kanı katmam’ diye itiraz etti. Kanımıza karışmasın dedi. Belki de isabetliydi. Düşüncesi öyleydi. Ama gönül ferman dinlemediği için, biz kızı kaçırmak zorunda kaldık.

-Nasıl ve kiminle kaçırdınız?

-Arabacı Raşit vardı. Arkadaşımdı. Kız nişanlanınca, biz Raşit’in arabasıyla kaçırmaya karar verdik. Benim aracı kadınlarım vardı. Haber getirip götüren... Onlardan kızın ertesi gün çeşmeye geleceğini öğrendim. Bir yandan da kızın kına hazırlığı var. Bu iş bitiyor, biz bunu önleyelim dedik. Kızın eviyle, Kuruçeşme arasında dar bir sokak var. Arabayı sokağın başına çektik. Birgün önceden de atları nallatmışız. Herşey hazır. Kız testileri su doldurup, omuzuna almış. Sokak dar kaçacak-göçecek yer yok. Sabahın da körü... Saat 7-8 gibi. Kızı yakaladım. Duvara çarptım. Omuzundaki su testileri kırıldı. Kucaklayıp arabaya attım. Atları kırbaçladık. Yola koyulduk. Kalabalık bir gündü. Arabacı yolu şaşırdı. Planladığımız yola gitmedi. Eskişehir yoluna saptı. Zaten arabacı Raşit saralıydı. Nöbeti tuttu, titriyor. Kız bağırıyor. Bir elimle kızın ağzını kapatıyor, ötekiyle Raşit’i tutuyorum. Yuları kavrayıp, atların sırtına bineceğim ama, bu defa ötekiler arabadan düşecekler. Atlar başı boş koşuyorlar. Aniden bir de karşıdan kamyon çıktı. Eskişehir tarafından geliyor. Kamyonu gören atlar ürktü, anayoldan çıkıp, orman yoluna saptı araba.

-Ve ormanların gümbürtüsü başladı. Hangi ormandı bu?


-KIZILTEPE ORMANI diyoruz. Şu karşıdaki orman, Eskişehir yolunda. Atlar ormanın içine daldı. O arada millet de peşimize düşmüş... Jandarma süvarisi bir yandan çevirdi; kızın nişanlısının akrabaları öte yandan. Üstümüze geldiler. Nihayet arabayı çevirdiler. Teslim olmak zorunda kaldık.

-Alıp götürdüler sizi...

-Götürdüler, tevkif ettiler..27 gün yattım. Sorgu hakimi samimi bir arkadaşımdı. Ben o zamanlar Halkevi çalışmalarına katılıyorum. Oradan tanışıyoruz. Beni hapishane bahçesinde volta atarken görmüş, işaret etti bana. ‘Hayrola n’apıyorsun orada?’ diye sordu. Ben de ellerimi üstüste çaprazlayıp, tevkif edildim dedim. Gardiyanı gönderdi ‘yaz, tahliyemi istiyorum de’ dedi. Yazdım, imzaladım. ‘Sen aşağı in. Şimdi seni bırakacaklar’ dedi. Aşağı indim, beni tahliye ettiler. O zaman sorgu hakiminin yetkisi vardı. Ben tahliye oldum. Ama mahkeme devam ediyor. Dosya ağır cezaya, Eskişehir‘e gönderildi. Duruşmaya çağırdılar. Mahkemeye gittim. İlk duruşmada beni tevkif ettiler.

-Suç kız kaçırma tabii ki ? 

-Evet evet. 431’e 62 inci madde gereğince dava açıldı. Mahkeme devam ediyor. İkinci duruşmaya kardeşimle babam, RAZİYE’yi de getirdiler.

-Babanız araya girdi yani?

-Evet, babam araya giriyor, kızın ifade vermesini istiyor. Alıp mahkemeye kızı getiriyorlar. ‘Ben gönlümle gittim. Beni kaçıran olmadı. Yaşım küçüktü,beni zorla evermek istediler, ben de Mustafa’ya rızamla kaçtım. Zorla filan götürülmedim.’ Bunlar zapta geçti. Savcı itiraz etti: ‘Kızın yaşı küçük, tanıklığı geçerli değil‘ dedi. Ben de ‘Sayın yargıç, akit kişiyi reşit kılar. O zaman küçüktü ama, olay olmuş. Kişi reşit sayılır ‘ dedim. Beraatimi ve tahliyemi istedim. İçeri girdiler, bir saat kadar kaldılar. Sonra kararı açıkladılar. Bir seneye mahkum edildim. Yalnız bu arada bir şey anlatmam gerek KARAKULAK diye biri var Seyitgazi’de... Varsıl. Benim onunla bir meselem var. Ben ilk 27 gün yatıp çıktığımda, peşime adam takıyor...Beni vurdurtmak istiyor. Adamın birine yüz lira veriyor. O da benim arkadaşımdı. Gelip bana durumu anlattı. Biz o yüz lirayla,gidip güzel bir rakı içtik. Sonra Karakulak’ı yolda çevirip rezil ettim. Beni vurdurtmak için verdiği yüz lirayla içki içtiğimizi söyledim. Boynuma sarıldı, gönlümü aldı. Dayı yeğen olduk. Aramız iyileşti. Ama sonradan öğrendim ki, bir senelik tevkifatımda onun parmağı var. Benim ceza almam için mahkemeyi etkilemiş. Yıl 1944, tek parti dönemi...Bu tür şeyler kolay oluyordu. Velhasıl biz bir yıl yatacağız. Ben temyiz ettim, fakat savcının kızı da mahkeme kaleminde memur olarak çalışıyor. Kayıttan geçirdiğim dilekçeyi, temyize göndermiyor. Ama dilekçenin tarih ve numarası elimde var. Bana karar tebliğ ediliyor, bakıyorum temyiz isteğim yok...Yazmamışlar. İtiraz ettim. Elimdeki tarih-numarayı gösterdim. Zaten tahliyeme iki ay kalmış. Gardiyana on lira verdim, yeni yazdığım dilekçeyi bakanlığa gönderdim. Tahkikat açıldı, müfettiş geldi. Haklı çıktım ama, bir sene yattım.

-Siz bu arada olayı türküye mi döktünüz?

-Ben Seyitgazi’deki ilk yirmi yedi günlük hapisliğimde, sazla türküyü söylemeye başlamıştım. Hapishaneden, dışarıya taştı türkü... Bütün Eskişehir’in dilinde. Öyle meşhur oldu ki türkü, Eskişehir yıkılıyor. Hapishanede berber Gazi vardı, idamlık. Seyitgazi’den. O beni koruyor. Kimse bana dokunamıyor hapishanede. Tatarlar var. "Leylalar" diye bir türkü söylüyorlar. Cümbüşün bini, bir para. Bizim türkü de her tarafa yayıldı. Ben günümü tamamlayıp çıkacağım sırada, Hakkı Efendi, yani kızın babası haber gönderiyor, "tahliye olduğunda doğruca bizim eve gelsin görüşelim" diyor. Ama babam kabul etmiyor. Ben babamı karşıma alıp da onlara gitmedim. 

-Yani görüşmediniz...


-Ben kızla görüşüyorum, ama babasına gitmedim. Hatta hiç unutmuyorum, aracılar vasıtasıyla kız bana bir çevre göndermişti. Baktım olmayacak, babam reddediyor, 1948‘de terk-i diyar eyleyip, Ankara’ya gittim. Orada iş bulup çalıştım. İnşaatlarda çalıştım, taşeronluk yaptım.

-Eşiniz Hikmet Hanımla nasıl tanıştınız?

-Benim çalıştığım insanların akrabası idi. Her zaman görüyordum. Kısmetmiş, istettim evlendik.

-Şimdi şunu öğrenmek istiyorum 'Karadır Kaşların Ferman Yazdırır Türküsü' bu anlattığınız yaşam öykünüzün yansıması mı? Yani size ait değil mi?
-Bestesi de güftesi de bana ait.

-Başka türkü yaktınız mı?
-Şiirlerim çok, ama başka türküm yok.

-Bu türkü çok tutuldu. Herkes kendinden bir parça buluyor bu türküde... Öğrenmek istiyorum ‘Karadır Kaşların Ferman Yazdırır’ ne demek sizce?
-Yani hatıra yazdırıyor demek.

-Kaşları kara mıydı?

-Karaydı, çok da güzeldi rahmetli canım ...(Burada Mustafa Tuna’nın gözleri doluyor... Ağlamaklı oluyor)

-‘Bu aşk beni diyar diyar gezdirir’...
-Gezdirdi, uzun yıllar gurbette yaşadım. Yirmi iki yıl Seyitgazi’ye hiç gelmedim...

-‘Lokman hekim gelse, yarem azdırır’...

-Çare yok yani...

-Çare yok ‘Yaremi sarmaya yar kendi gelsin’

-Çok sözleri var türkünün ...Ama unutmuşum.

‘Anası Ümmü de babası Hakkı,
Bizi ayırmaya var mıydı hakkı,
Kuruçeşme suyu çağlayıp akar,
Anası çıkmış da yollara bakar.’

-Anasının adı Ümmü, babasının adı da Hakkı mıydı?

-‘Ormanların gümbürtüsü başıma vurur, Sevdiğimin hayali karşımda durur.’ ne demek?

Atlar ormana girdi ya...Onu kastediyorum.

-‘Kızıltepe ardıçları sallanır, Birgün evvel atlarımız nallanır’. Bir gün evvel Raşit atları nallatıp, arabayı hazırlamış yani...Öyle mi?
-Evet evet...Kızıltepe ormanı da Eskişehir yolu üzerindeki orman...

-Sonra Hikmet Hanımla evlendiniz. Siz mutlu oldunuz, karşı tarafın durumu n’oldu?
-O çok üzgün öldü canım...

-Yakında mı öldü?

-1989’ın 21 Temmuz’unda öldü. Şu şiirle andım ben..

‘Açmış kollarını kara toprak,
Seni bağrına basmak için,
Niçin niçin niçin,
Çektiğin ızdıraplar için.’

(Sözün burasında Necati Albay, araya giriyor.)

-Mustafa Abi, senin türküde unuttuğun yeri ben hatırlatmak istiyorum.

‘Dolana dolana geldim bacana,
Çay mı demletirsin Kadir kocana,
Danıştın da mı geldin Sultan Elif Hocana
Ölüm ver Allahım, ayrılık verme’

-Bunlar kim?

-(Necati Albay) Kadir evlendiği adam, Sultan Elif de , Demirci Guru Memed’in kardeşi, aracılık yapıyormuş. 

-Benim yirmiyedi günlük hapisliğimde düğün yapıldı, evlendi. Altı ay, bir sene kocasıyla kaldı. Benim için ifade verdikten sonra, kocasının evine gitmedi, babasının evine döndü. İşte o zaman babası hapisten çıkınca doğru bize gelsin dedi. Resmen boşanmamışlardı; ayrıydılar. Babam da rıza göstermeyince ben buraları terkettim.

-Ne zaman terkettiniz; kaç yıl sonra döndünüz Seyitgazi’ye?

-1948 yılında terkettim; 1975 yılında döndüm. Çocukların çoğu gurbette doğdu. 

-(Necati Albay) Babasıyla küsken arada bir ‘Köylü Gazetesi’ gönderirdi Seyitgazi’ye. Beni de aralarına alırlardı, babası Ahmet Amca bana okuturdu gazeteyi. Mustafa Abi’nin haberini öyle alırdık.

-Mustafa Bey, siz uygar bir insansınız, türkü yakanların duygusallığı fazladır. Hayatını o türküye bağlar, etkisinden kurtulamaz. Ama siz bunları aşmışsınız. Mutlu bir evlilik yapmışsınız. Meslek edinmişsiniz. Yetişkin çocuklarınız var. Yaşamda başarılısınız. Ama burada benim öğrenmek istediğim şey şu; kızı başkasına zoraki vermeleri, babanızın da itirazı mı sizi etkiledi? Olayın nedeni bu mu yani?

-Evet.

-Kız ile sonra hiç karşılaştınız mı?

-Kocası öldükten sonra bir iki karşılaştık. Ailesiyle sürekli görüşüyoruz. Tabii konu hassas olduğu için kimse üstüne gitmiyor.

-Mustafa Bey, peki bu türkü burada, Seyitgazi‘de doğmuş, Zonguldak’a nasıl maledilmiş?
-Vallahi bilmiyorum ki...

-(Necati Albay) Ağabey benim hatırımda kalan şu; ben sana hatırlatayım da sen ne dersen de... Bu türküyü sen Zonguldak’ta çalışırken, hani orada bir yerde çalışmışsın ya!

-Bartın’da ...

-Hah!. Oralarda çalışırken, Zonguldak türküsü diye verdin. Buraya mal edilmesin, aileler üzülmesin diye. Benim hatırladığım, 1975’te sen buraya döndüğünde seninle konuştuk. O zaman sen bana böyle anlattın. 

-Bu hastalık bende unutkanlık yaptı. Birçok şeyi hatırlayamıyorum. Türkünün çok sözünü de unuttum. Hatıra defterim vardı. Onu da yaktım.

-Şimdi işi yerine oturtmak gerek. Bu türkü Seyitgazi’li iki gencin yaşadığı olay üstüne yakılmış. Olayın taze olması nedeniyle kimi ayrıntılar gizlenmiş. Ama artık olan olmuş, ölen ölmüş... Gerçek neyse ortaya çıksın. Türkü de doğduğu yere mal edilsin.

-Elli altmış sene geçti aradan. Ben yazdığım şeyleri hatırlamıyorum

-Bartın’da ne iş yaptınız?

-Tapu Kadastro’da çalışıyordum. Geçici görevle gittim. 1950’li yıllar olsa gerek. 

-Mustafa Bey, bu bir fikri ürün. Araba üretmek, tarlada bir şey yetiştirmek gibi... Fikir üretimi... Size ait olan bu ürünü başkaları sahiplenmiş. Hem de siz sebep olmuşsunuz. Allah gecinden versin size bir şey olsa, bina mal-mülk geçer gider. Ama bunlar kalıcıdır. Bunlarla anılırsınız.


-İşte bilmiyorum gayri... Benim adıma bir şey kaydettirmedim. Kimse üzülsün istemedim

(Necati Albay elindeki dizeleri okuyor.)

‘Minareye çıkıp bize baktılar,
Arkamıza candarmayı taktılar,
Arabada sarılıp da yattılar, 
Ölüm ver Allahım ,ayrılık verme.’

-Necati Bey daha iyi biliyor. Halka mal olmuş. Ben unutuldum artık, halkın oldu türkü.

-Necati Bey, siz bir ay öncesine, yani 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar DSP Eskişehir Milletvekili idiniz. Benim de çok eski bir arkadaşımsınız. Bana da bu türküyü araştırmam için yardımcı oldunuz. Anlaşılıyor ki, ‘Karadır Kaşların Ferman Yazdırır’ türküsü, doğduğu yere mal edilmemiş. TRT kayıtlarında Zonguldak görünüyor. Oysa olay burada, Seyitgazi’de geçmiş. Sizin de çocukluk anılarınızda yeri var. Bana bu türkünün bu bölgeye ve Mustafa Bey’e ait olduğunu nasıl açıklayabilirsiniz?

-Şimdi Yaşar’cığım, Mustafa Abim, benim çok sevdiğim birlikte olduğum, beraber gün geçirdiğim bir kişi. Mustafa Abi yetişme çağında, Seyitgazi’yi terketti gitti. Nedeni bir kız kaçırma olayıdır. Mustafa Abi’nin babası ile de yakınlığım vardı. Zaman zaman bir araya geldiğimizde, 'Ah oğlum, benim bir oğlum var, şimdi buralarda değil’ der iç geçirirdi. 

-Bu olaya müdahalesinden ötürü üzüntü duyar mıydı?

-Duymaz mıydı? Ben gerçekten Mustafa Abi’yi çok merak ederdim. Onu tanımamıştım. Ama Ahmet Amca’nın anlatımından biliyordum. Nerede olduğunu bilmezdim. Ama zaman zaman ondan ‘Köylü Gazetesi ‘ gelirdi. Kahvede oturan ihtiyarlara gazeteyi okurdum. Yani benim bu aileyle böyle bir yakınlığım vardı. Bu Köylü Gazetesi, Ahmet Amca ile oğlu arasında ve bizler arasında bir iletişim aracıydı. Sonra aradan yıllar geçti, sanıyorum 70’li yıllardı. Mustafa Abi emekli oldu. Seyitgazi’ye geldi. Tanıştık. Bu şimdi içinde bulunduğumuz evleri yaptırdı. Buraya yerleşti. Dostluk öyle başladı. 

-Bu türkünün ona ait olduğu konusu...

-Bu türkünün ona ait olduğunu bilmeyen yoktur Seyitgazi’de... Türkünün sözlerinde geçen yerler de Seyitgazi’nin yer adlarıdır. Örneğin Kızıltepe, Eskişehir’den Seyitgazi’ye gelirken yol üstünde gördüğümüz tomruk yığılı tepenin adıdır. Ve de ardıçlar vardır. ‘Ardıçlık’ denir. Bu da geçiyor türküde. Kızıltepe’nin altında deve yolu vardır. ‘Develerin gümbürtüsü’ diye geçiyor. Eskiden deve kervanları bu yoldan geçerdi. Boyunlarında çanlar vardı. ‘Develerin gümbürtüsü , başıma vurur’ lafı da budur. Yani ‘Derelerin gümbürtüsü’ değil...’Develerin gümbürtüsü’ dür o. Ve bu da Kızıltepe’nin yanından geçen deve yoludur. Kahramanları belli olan ‘Karadır Kaşların’ türküsü Seyitgazi’de yaratılmış bir türküdür. Ama Mustafa Abi bunu kimseye zarar vermemek için geçici olarak çalıştığı Zonguldak’a maletmiştir. Çünkü aileler rencide olsun istemiyordu. Kız evlenmişti. Çocukları vardı. Böylece türkü oradan halka maloldu. Her Seyitgazi’li bu türkünün olayını bilirdi. Vaktiyle bu türkü radyodan çalınırken, Seyitgazi’liler olaya duydukları saygıdan ötürü radyolarını kapatırlardı. Yani sözün kısası bu türkü sazıyla, sözüyle Seyitgazi’lidir. Mustafa Abi’nin yaşam öyküsüdür.

-Peki Mustafa Bey sizin eğitiminiz neydi?

-Burada Seyitgazi’de o zaman ortaokul yoktu. İlkokulu burada bitirdim, Kalecik‘te ortaokul diploması aldım. Tapu Kadastro’ya girdim. Orada tekamül kurslarına devam ettim. Kademe kademe ilerleyip, tapu müdürlüğünden emekli oldum.1921 doğumluyum. 

-Mustafa Bey sizi bu hasta halinizde epeyce yorduk. Çok teşekkür ederim. Ama önemli bir saptama yaptığımıza inanıyorum. Eğer izin verirseniz, türkünün kimliğinin değişmesi için gerekli girişimleri yapacağım. MESAM ve TRT’ye bu anlattıklarınızı aktaracağım. Türk Halk Müziğimizin önemli ürünlerinden biri olan Karadır Kaşların Ferman Yazdırır türküsünün’nün asıl kaynağına, yani SEYİTGAZİ’ye ve şahsınıza kaydedilmesi için çaba göstereceğim.
-Kimseye zarar gelsin istemiyorum. Hatta kızın adı hiç geçmese iyi olur. Gerisi size kalmış, n‘aparsanız yapın


KARADIR KAŞLARIN FERMAN YAZDIRIR.

Karadır kaşların ferman yazdırır,
Bu aşk beni diyar diyar gezdirir,
Lokman Hekim gelse, yaram azdırır,
Yaramı sarmaya yar kendi gelsin.

Ormanlardan aşağı aşar geçerim,
Nazlı yari kaybettim ağlar gezerim
Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur.

Karadır kaşların benzer kömüre,
Yardan ayrılması zarar ömüre,
Kollarımdan bağlasalar demire,
Kırarım demiri, giderim yare.

Ormanlardan aşağı aşar giderim,
Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur. 

Uzaklara gittim,gelirimdiye, 
Tabancamı doldurdum vururum 
Hiç aklıma gelmez ölürüm diye, 
Ölüm ver Allahım ayrılık verme.

Ormanlardan aşağı aşar giderim,
Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur. 

Üç güzel oturmuş karaya bakmaz,
İnsan sevdiğini dilden bırakmaz,
Hey Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz,
Gönül defterinden sildin mi beni.

Ormanlardan aşağı aşar giderim,
Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur. 





KAYNAKLAR:
1-TRT Müzik Dairesi Y. THM Sözlü Eserler Antolojisi -2
Sayfa 519,Yöre Zonguldak,Kaynak: İ.Yeşilgül , Derleyen :A.Yamacı
2-TRT Müzik Dairesi Y.THM’den Seçmeler, 1998 2. Baskı
Sayfa 314,315 Yöre:Zonguldak, Kaynak: Feriha Özen, Derleyen : S.Yaver Ataman
3-Folklor ve Türkülerimiz, Mehmet Özbek Ötüken Y.2. baskı 1981,
Sayfa:175, Yöre: Giresun, Kaynak kişi: Feriha Kınalı



Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 4
İstanbul, 2003

Popüler Yayınlar